![]() |
Fotoğraf: Goncagül Sunar |
“Amor Fati – Love Your Faith –
Kaderini Sev” - Nietszche
Hamile olduğumu öğrendiğimde oğlum tam 16 haftalıktı. Bilmeyenler için
söyleyeyim; 16 haftalık bir bebek artık elleri, ayakları ve yüzü tamamen
oluşmuş minyatür bir insandır. 16 haftalık bir hamilelik, dünyanın hemen her
ülkesinde geri dönüşü olmayan bir durum olarak kabul edilir. Ve 16 haftalık bir
hamilelik, yaklaşık 40 hafta ömür biçilen toplam hamilelik süresinin neredeyse
yarısıdır. Bilmem anlatabildim mi?
"Sanırım hamileyim" varsayımlarıyla gittiğim doktor muayenehanesindeki
ultrason ekranından içimdeki minyatür insana bakarken, nadir görülen hamilelik
vakaları istatistiklerine eklenmiştim bile. Tam 16 hafta boyunca hiçbir
hamilelik belirtisi yaşamamıştım. Ne baş dönmesi, ne bulantı, ne halsizlik, ne de
adetten kesilme... Aksine kendimi gayet enerjik ve canlı hissediyordum. Hiç
kilo almadan aynı beden pantolonumla ortalıkta dolaşıyordum. Benim gibi 38
yaşında hamile kalan ve doktorları tarafından özellikle ilk üç ay kesinlikle yavaşlamaları
tembihlenen hemcinslerimin aksine sürekli hareket halindeydim. Bir taraftan
yoga dersi verirken, diğer taraftan freelance gazetecilik yapıyordum. Elimde
laptop röportajdan röportaja koştururken, dergide geç saatlere kadar kalıp
çalışıyordum. Yoga yapıyor, tenis oynuyor, yüzüyor ve motosiklete biniyordum. Bir
keresinde düştüğümü, üstelik karnımın üzerine düştüğümü hatırladım sonradan.
Meğer bir ruh bu dünyaya gelmeyi arzuluyorsa, ne olursa olsun geliyormuş. “Çocuk
sadece eğer yaşama arzusu varsa kendine hayat verir” diyor Fransız psikanalist
Françoise Dolto. “Yaşam ve arzu tek ve aynı şeydir. Yani çocuk kendi hayatının
merkezindedir. Gebelik üç isteğin bileşkesidir. Durumları ne olursa olsun bir
kadının ve bir erkeğin isteği ve çocuğun doğma arzusu.” Dolto’ya göre benim
gibi sürpriz hamilelik yaşayan anneler aslında bilinçaltlarından gelen bir
arzuyla çocuklarını istiyor. “Aksi takdirde cenin ölür veya anne düşük yapar”
diye açıklıyor bu durumu Dolto.
Hamile olduğumu, üstelik tam 16 haftalık hamile olduğumu öğrendiğim günü
neredeyse akşama kadar tuvaletin başında kusarak ve ağlayarak geçirdim. Büyük
bir şok yaşıyordum. Eşim de benden farklı bir durumda değildi. Sanki evin içine
bir bomba düşmüştü de ben bir yana o bir yana savrulmuş, ağır yaralı bir
şekilde öylece duruyorduk. İkimizde maddi manevi kendimizi hazır hissetmiyorduk
anne baba olmaya. Hiçbir hazırlığımız, öngörümüz, bilgimiz yoktu. Çocuk sahibi
olmaktan çok uzak hissediyorduk.
Sonraki günler hiç kolay geçmedi. Şok duygusu biraz azalınca, bu sefer
devasa bir korku geldi oturdu kalbimize. Özellikle geceler pek kolay geçmiyordu
ikimiz için de. Tam bir hafta yaşadıklarımızı sindirmeye çalıştık. Çok
konuştuk, çok ağladık. Aklımız hala “Acaba başka bir yol var mı?” arayışı
içindeydi. Bir haftanın sonunda bütün cesaretimizi toplayıp tekrar doktora
gittik. Ve bir kez daha ultrason ekranının karşısına geçtik. Doktor tam karnımdaki
bebeği bize göstereceği sırada mucizevi bir şey oldu. 16 haftalık o küçük insan
bir anda kafasını çevirip ekrandan bize baktı. Hatta sanki hepimize tek tek
baktı. "İşte o benim" der gibiydi, "günlerdir yatıp kalkıp
düşündüğünüz, korktuğunuz, uğruna gözyaşı döktüğünüz, üzerinde saatlerce konuştuğunuz
kişi benim".
Ve o bakış bana değdiğinde sanki bütün buzlar eridi. Geçmiş, gelecek, her
şey ama her şey yok oldu. Sanki bana ilahi bir el dokundu, bağlarımı
çözdü. Sonunda kendimi bıraktım, teslim
oldum, hayatın bana getirdiği bu büyük değişikliğe kucak açtım. Benliğim uçtu
gitti. Korku, endişe, üzüntü, hepsi buharlaştı yok oldu. Ben o gün, o
muayenehanedeki ultrason ekranının önünde yaşamın ve doğumun gizeminin içinden
geçtim. 16 haftalık küçücük oğlum kalbimi bilinmeyene doğru korkusuzca açmamı
sağlamıştı. O ana kadar kabus gibi görünen her şey bir hediyeye dönüştü. O gün,
hayatı kontrol edemediğim düşüncesiyle sonsuza dek barıştım. Bu benim
annelikten aldığım ilk büyük dersti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder