6 Aralık 2013 Cuma

Anaokulu yaratıcılığı öldürür mü?






“Çizgi film izlerken eline birden kağıt kalem alan oğlum kağıda heyecanla bir şeyler çizmeye başladı. ‘Ne çiziyorsun?’ diye sordum. ‘Duyduklarımı çiziyorum’ dedi.”


Eskiden çalıştığım bir otomobil dergisi için çocuklardaki otomobil algısı konulu bir haber hazırlamam istenmişti. Ben de soluğu rastgele seçtiğim bir anaokulunda almıştım. Önce 2-3 yaş grubundan çocukların olduğu bir sınıfa girdim. "Sence araba nedir? Bir arabayla ne yapmak istersin?" gibi sorular sormaya başladım çocuklara. Uçan arabalardan süper arabalara uzanan gerçeküstü bir yelpazede, hepsi biribirinden farklı bir sürü cevap geldi çocuklardan.  Cevabı çizerek anlatan da oldu, hoplayıp zıplayarak tarif eden de. Yetişkinlere yönelik dergi hazılayan bense bu cevapları nasıl dile döksem diye kafa yorarken, bu kez 4 yaş ve üstü çocukların olduğu bir sınıfa girdim. Ben ve fotoğrafçı arkadaşım sınıfa girer girmez öğretmenin bas bas bağırarak yaptığı uyarılarılarla bir anda sus pus oldu sınıf. Öyle ciddi bir hava oluştu ki içeride, zannedersin ki okul müfettişi gelmiş, tek bir yanlış da okulu kapatacak. 10 kadar çocuğun sessizce oturduğu sınıfta öğretmen beni bugün adını hatırlayamadığım bir kız çocuğunun yanına yönlendirdi. "Ona sorarak başlayın isterseniz" dedi. Bilmiş diyebileceğiniz cinsten bir kız çocuğu kafasını ve saçlarını sallaya sallaya konuşmaya başladı: "Arabayla arkadaşlarımı pikniğe götürmek isterim."  Ardından diğer çocuklara yöneldim. Tuhaf bir şekilde o kızdan sonraki bütün çocuklar tek tek aynı cevabı vermeye başladı. Soruları evirdim çevirim, değiştirdim piknikten öteye cevap alamadım. Öğretmen de durumdan rahatsız olmaya başlamış olsa gerek ki "Hepiniz aynı şeyleri söylemesenize çocuklar" deyiverdi. İşte o zaman birkaç farklı cevap koparabildim çocuklardan. Bu benim ilk anaokulu travmamdı.  

Ben  anaokuluna hiç gitmedim, çocukken evde sıkıldığımı hiç hatırlamıyorum. Zaten annem gün içinde bizi bolca sokağa ya da bahçeye salardı. Dönemin hemen tüm çocukları gibi ilk sosyalleşme deneyimlerimi apartman bahçelerinde ya da apartman altlarındaki boş dükkanlarda, konu komşunun çocuklarıyla oynarken yaşadım. Günler  bir taşla, bir sopayla koca koca dünyalar yarattığımız, içimizdeki bitmek bilmez enerjiyi gürül gürül özgürce dışarı akıttığımız, bağıra çağıra, düşe kalka oynadığımız sonu gelmez oyunlarla geçiyordu. İlkokuldaki ilk senemiyse beni okula göndermemesi için annemi ikna etmekle geçirdiğimi hatırlıyorum. Muhtemelen ikinci senede okul gerçeğine boyun eğmek zorunda kalmıştım. Er ya da geç her çocuk okul tornasına girmeye mahkum. 

Bugün artık ne sokak var çocukların hayatında ne de komşu çocukları. Onun yerine oyun grupları, etkinlik merkezleri ve nihayetinde anaokulları var bolca. Anne babalar çocukları sosyalleşsin diye onları alıp bir yerlere götürmek ve karşılığında para ödemek zorunda. İşin içine para girince de çocukların götürüldüğü yerler, her ne kadar öyle görünmese ve öyle tanıtılmasa da, çocuk merkezli değil ebeveyn merkezli yerlere dönüşmüş durumda. İşte bu yüzden anaokulları, serbest oyun oynamanın çocukların en temel ihtiyacı olduğu gerçeğine değer vermeyen, bunun yerine çocuğun orada geçirdiği her dakikayı aktiviteye boğarak illa ki ona bir şey öğretmeye çalışan; bahçesindeki mis gibi çimin üzerine yapay çim döşeyen ve böylece çocukları üstü başı kirlenmeden eve gönderebilen (kirli giysi = sinirli anne), kışın soğuk, yazın sıcak diyerek koca koca bahçelerine çocukları çıkartmayan (hasta ya da düşen çocuk= sinirli anne) ve onları saatlerce dört duvar arasına kapatan; bir çocuğun elinden değil de öğretmenin elinden çıktığı aşikar, kalıp şablonlar üzerine yapılmış el işi faaliyetleriyle çocukları evine yollayan yerler. Çocuklar öyle coşkulu ve içinde bulundukları anda öyle bir neşeyle yaşayabilen varlıklar ki şüphesiz bu anaokullarında eğleniyorlar ve güzel vakit geçiriyorlar. Ama bu ortamlarda fiziksel ve duygusal enerjilerini özgürce boşaltabildiklerine, müdahale edilmeden gönüllerince (ne zaman ve ne kadar isterlerse) yaratıcılıklarını ortaya koyabildiklerine  inanmıyorum. Aksine tüm özgürlüğü ve yaratıcılığıyla o büyüleyici güzellikteki çocukluk hallerinin bu ortamlarda doğal süreçten çok daha erken yaşlarda törpülendiğini, gün be gün yok edildiğini ve eylemlerinin ana kaynağı olan iç seslerinin giderek kısıldığını düşünüyorum. 

Oğlum 2 ay sonra 3 yaşına basacak. Çevremizde bu yaşta anaokuluna gitmeyen tek bir çocuk bile tanımıyorum.  Bu anlamda bir mahalle baskısı yaşadığımı söyleyebilirim. Çocuğa bakıcının bakması kadar tuhaf bir şey nasıl normalleştiyse, çocukların erken yaşta anaokuluna gitmesi de o kadar normalleşmiş durumda. Çalışan anne olmanın ya da çocuk bakmaktan yorgun düşmüş çalışmayan anne olmanın büyük payı var elbet anaokulu yaşının 3 yaş olarak ilan edilmesinde. Çünkü çalışan anne çaresiz, çalışmayan anne ise gerçekten çok yalnız. Ben de o yalnız ve yorgun annelerden birisiyim. 

Çocukluk insanoğlunun en şiirsel, en bilge, en yaratıcı ve çıplak hali... Gününüzü bir çocukla geçirdiğinizde bunu çok daha derinden hissediyorsunuz. Bir gün bu güzelliği kendi ellerimle okul tornasına teslim edecek olmaksa benim en büyük üzüntüm.  

8 Kasım 2013 Cuma

Peyzaj değil, doğa istiyoruz!



Göztepe Parkı'ndaki bu güzelim ağaç, daha fazla
peyzaj alanı açmak için 2013 yılında kesilmiştir.



Fotoğraf: Goncagül Sunar


Bugün doğadan kopuk yetişen nesil bir gün büyüdüğünde ve ortada doğayı sahiplenecek kimseler kalmadığında, gerçek çevre felaketi o zaman başlayacak. 

Eğer ormanlara giren iş makinaları, hafriyatla doldurulan denizler, üzerine beton dökülen topraklar içimizi sızlatıyor, öfkemizi kabartıyorsa; ağaçları sarıla sarıla sahipleniyor, sökülen ağaçların yerine yeni fidanlar dikmeden içimiz rahat etmiyorsa, bunda küçük yaşlardan itibaren doğayla kurduğumuz bağın büyük payı var. Sağaltıcı, yatıştırıcı, iyileştirici doğayla aramızdaki bu derin bağın temelleri, özellikle çocukken doğada geçirdiğimiz ve derin tatmin duyduğumuz anlarda atılmaya başlıyor. Çok basit; doğa yaşamı güzelleştirir, tüm duyularımızı uyardığı için varoluşu derinleştirir, kendi benliğimizin dışındaki yaşamı görmemizi ve kucaklamamızı sağlar. Bugün Gezi Parkı'na ve ODTÜ'nün ormanlarına cesurca sahip çıkan gençler, muhtemelen doğayla henüz çocukken bağ kurmuş, doğayı neden korumaları gerektiğini kuru bir bilgi olarak değil kalplerinden hissederek bilen bir nesil. Peki ama onlardan sonra gelecek nesiller de böyle olabilecek mi?

Teknolojinin içine doğan günümüz çocukları, özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar, hayvanlarla, ağaçlarla, ayla, güneşle dolu çocuk kitapları ve oyuncaklar eşliğinde büyüseler de günlük hayatlarında giderek artan oranda doğadan yoksun büyümekteler.  Yenilenme adı altında peyzaja boğulan, sırf peyzaja alan yaratmak için ağaçları kesilen, süslene süslene parktan çok çiçek bahçesine dönüştürülen, çimine basılamayan, oturulamayan, bazılarında çocukların top oynamasına bile izin verilmeyen (bkz. Göztepe Parkı), "o yasak, bu yasak" diye görevli mafyası tarafından habire uyarı alınan manikürlü semt parkları çocukların doğa ihtiyaçlarını yeterince karşılamıyor maalesef. Çünkü çocukların doğayla ilişki kurma biçimi bize benzemiyor. Onlar, bizler gibi oturdukları banklardan saatlerce tablo seyreder gibi hayran hayran çiçekleri seyretmiyor ya da harika lalerin, güllerin önünde boy boy fotoğraflar çektirmeye bayılmıyorlar. Koşmak, tırmanmak, yuvarlanmak, saklanmak, izlemek, ellemek, merak edip sorular sormak, kısaca her şeyi bir oyuna çevirmek ve eğlenmek istiyorlar.  “Çocuklar gizlenmeye olanak veren, bitki kümeleriyle ayrılmış, yabanıl, kuşku uyandıran, düzensiz yerlerin sunduğu maceraya ve gizeme değer verirler” diyor Richard Louv. Yani çocuklar duyularıyla, merak duygularıyla ve macera güdüleriyle ilişki kuruyor doğayla. 

Belli bir yaşa kadar doğaya kendi başlarına gidemeyeceklerine göre çocukların doğada daha çok zaman geçirmelerini sağlamak ebeveynlerin en önemli sorumluluklarından biri olmalı bence. Bunu yaparken onların doğayla kurdukları ilişki biçimine saygı göstermeyi de unutmamak gerekiyor.





14 Ağustos 2013 Çarşamba

Sokak


Fotoğraf: Goncagül Sunar

Bugün çoluğa çocuğa karışmış 40'lı hatta 30'lu yaşlardaki anne babalar, çocukken İstanbul'da nasıl büyüdüğünüzü hatırlıyor musunuz? Ben hatırlıyorum. Mesela apartman arka bahçelerinin, okul bahçelerinin asfalt değil de toprak olduğunu... Her mahallede en az bir tane koştur koştur doyamadığımız koca arsalar olduğunu, bu yüzden hemen hepimizin bir kaç kez de olsa mutlaka ağaca tırmanmayı denediğimizi... Karıncalarla ya da bilimum börtü böcekle yakından ilişki kurduğumuzu, hatta üzerlerinde binbir çeşit deneyler yaptığımızı... 

Okuldan sonra annelerimizin bizi evde yedirip sonra sokağa saldığını... Dilimiz sarkana kadar dışarıda yakan toptur, saklambaçtır, çeşit çeşit oyunlar oynadığımızı... Kızların gruplaşıp habire lastik atladığını, sek sek oynadığını... Ne çok düştüğümüzü, kabuk kabuk yaralarımızın kolumuzdan bacağımızdan hiç eksik olmadığını.. Höpürdeterek yediğimiz şeftalilerin, domateslerin sularının her yerimize aktığını... Ellerimizin, üstümüzün başımızın sokakta oynamaktan leş gibi olduğunu... Sokak satıcılarından ne çok şey alıp yediğimizi...

Şehir içindeki bir sürü plajdan, olmadı Büyükçekmece, Kumburgaz, Selimpaşa gibi yakıncacık yazlık yerlerden bol bol denize girdiğimizi... Yazlık yerlerde, bütün okul tatili boyunca istisnasız her gün sabahtan akşama kadar sahilde boş boş takıldığımızı... Sıkılınca yan sahillerde ya da denizin içinde, hem maceralı hem riskli işler peşinde koştuğumuzu... Ne çok deniz anasını, yosunu mıncıkladığımızı, midyeyi, taşı, kayayı elleyip incelediğimizi... Dudaklarımız üşümekten mosmor olana kadar denizden çıkmadığımızı... Yaz yağmurunda ya da gün batımında denize girmenin zevkini bildiğimizi... Yazlık yerlerdeki tarlalardan yürüttüğümüz koca koca ayçekirdeği çiçeklerine altın bulmuş gibi sevindiğimizi, kırarak aramızda paylaştığımızı... Akşam eve yemek yemeğe gelip bir posta daha sahile koştuğumuzu... Yıldızları, mehtabı ne çok seyrettiğimizi... Hiç ama hiç eve girmek istemediğimizi...

Tesadüfen keşfettiğim "Doğadaki Son Çocuk" kitabını okurken İstanbul'da geçen çocukluğumla ilgili o kadar çok ayrıntı hatırladım ki; İstanbul'daki çocukların şimdi nasıl içler acısı bir şekilde doğadan uzak büyüdüğünü derinden hissettim. Her günü ve saati planlanan, aktivitesiz bırakılamayan; gerek AVM'lerdeki gerek parklardaki yapay çocuk oyun alanlarından başka hareket alanı olmayan, araba koltuğunda ordan oraya taşındığı için zaten pek hareket edemeyen, anaokulu bahçesi (ki o da şansı varsa) bile yapay çimden olan, ilkokul bahçesinde zaten iki damla toprağı bile olmayan, parmak boyası ya da oyun hamurundan öte elini kirletemeyen ve en acıklısı küçücük yaşta eline ipad'di akıllı telefondu tutuşturulan bir nesilden bahsediyoruz. Böyle bir neslin gelecekteki ruhsal ve fiziksel sağlığından şüphe etmemek mümkün mü?  

İstanbul eski İstanbul değil evet, herkesin ağzında aynı laf var zaten. Bu lafa sığınmadan düşünün bir gün bakalım. Çocuğunuzla sokağa çıktığınızda daha "doğal" bir gün yaşayın mesela. Belki devamı gelir.  Üst baş leş gibi olmadan, toprağı ellemeden eve dönmek yok ama.



21 Mayıs 2013 Salı

Bir ego eğitimi olarak annelik - 2



Gustav Klimt - Umut

"Bugün bizi biz yapanlar, rahimde ve yaşamımızın ilk üç senesinde olanlardır" -Gurmukh

Sevdiğim bir arkadaşıma hamileliğimin nasıl başladığını anlattığımda bana “Bu da senin yogan işte!” demişti. Öyle harika bir tespitti ki bu, o andan itibaren hamileliğe ve sonrasında anneliğe de hep bu gözle bakmaya başladım. Peki bu ne demek?

Evet, yoga bedeni güçlendirir, esnetir, daha sağlıklı yapar ya da sinir sistemi üzerindeki etkisi nedeniyle stresi azaltır, ama aslında yoganın gerçek hediyesi, günlük hayata yaptığı etkilerde saklı. Size zor gelen ve kaçma isteği duyduğunuz bir deneyimin ortasında "Biraz daha kal bakalım bu anın içinde" dediğinizde ya da zihniniz sakız çiğner gibi aynı düşünceleri binlerce defa tekrar ederken bedeniniz yay gibi gerildiğinde, "Bırak, bırak kendini" dediğinizde yoga yapıyor oluyorsunuz aslında. Yoganın bir insanın günlük hayatına getirdiği en sihirli dokunuş, hayatla ve başınıza gelenlerle sürekli kavga etmek yerine, onlarla birlikte akmayı öğretmesi bence. O zaman anlıyorsunuz ki yaşadığınız hayat, aslında sizin onu nasıl yaşadığınıza göre şekil değiştiriyor. 

Hamilelik gökten koca bir sürpriz olarak hayatıma düştüğünde, karanlık ve mutsuz bir hayata sürüklenmekten çok korkmuştum. Ya anneliği sevmezsem, ya çocuğuma öfke duyarsam? İçinde bulunduğum şartlarda postnatal depresyon bana o kadar yakın gelmişti ki, soluğu psikolog kuzenimin yanında almıştım. O da bana “Postnatal depresyon piyango gibi bir şey, sana çıkıp çıkmayacağını asla düşünerek bulamazsın” demişti. Gerçekten de 9 ayı karnındaki bebeğini okşayarak mutlu bir masal kahramanı gibi geçiren ama doğumdan hemen sonra depresyona giren ya da bebeğini hızla bir bakıcının kollarına atıverip iş hayatına koşa koşa dönen kadınlar vardı. Ama hamileliğinin orta yerinde hayatındaki erkek tarafından hiç uğruna terk edilen ya da doğurmaya birkaç hafta kala bir yakının ölümüyle yüzleşmek zorunda kalan ve buna rağmen doğumdan sonra bebeğine yaşadığı üzüntü yerine sadece sevgisini verebilen kadınlar da vardı. O zaman anladım ki insan entelektüel olarak anne olamıyor. Sanki içeride gizli bir kod var ve o ancak doğumdan sonra gün yüzüne çıkıyor.

Hamilelik, dünya üzerinde insanoğlu var olduğundan beri milyarlarca kadının yaşadığı bir deneyim olsa da, hatta bu gözle bakıldığında neredeyse sıradan bir şey  gibi görünse de, bence bir insanın düşüncelerinde, kalbinde ve bedeninde bir bebeğin büyümesi için yer açabilmesi pek kolay bir iş değil.

Zaten sağlıklı beslenen ve bedenine iyi bakan birisi olarak çok şanslıydım. "Eyvah artık bebeğim için sağlıklı yemem içmem lazım" gibi endişelerim hiç olmadı. Bu konuda büyük çaba gösterip yıllardır içtiği sigarayı bir çırpıda bırakıveren, yiyip içtiklerine daha önce belki de hiç bilmediği bir özeni göstermeye başlayan hamilelerin iradelerine hayranlık duydum. Ama bu konuda zorlanan, "En çok kola aşeriyorum", "Günde 5 sigaraya izin verdi doktorum" gibi laflar eden hamilelerin de aslında anneliğe ruhsal olarak henüz geçiş yapamadıklarını, belki de hiç yapamayacaklarını düşündüm. Çünkü aslında her şey birbirine bağlıydı. Kalbinde ve zihninde bebeğine yer açmaya başladığında onu sağlıksız ve negatif olan her şeyden sakınma ve koruma hali içsel olarak çıkıyordu.

Eminim herkesin farklı bir cevabı olacaktır ama bana sorarsanız hamilelik sonunun nereye varacağını bilmediğiniz, bazı anlarda bir an önce bitmesini dilediğiniz uzun bir tünel gibi. Ama bu tünelin içinde ilerlerken asıl zorluk, sadece geleceğe değil geçmişe doğru da yol aldığınızı fark ettiğinizde ortaya çıkıyor. Kendi doğumunuz, anne karnında geçirdiğiniz günler, bebekliğiniz, anne ve babanızla ilişkileriniz... En gizli noktalarınıza dair anılar, hikayeler olur olmadık yerlerde gün yüzüne çıkmaya başlıyor. O zaman anlıyorsunuz ki her hamilelik ve her hamile kadın kendi hikayesini de içinde taşıyor. Maalesef hayat bizlere her zaman sevdiğimiz ve barışık olduğumuz hikayeler sunmasa da, yeni bir insan tam da bu hikayelerin içine doğuyor.

İçimdeki ilk annelik hisleri, bebeğimi hem kendi zihnimdeki hem de çevremdeki negatifliklerden koruma içgüdüsüyle oluştu. Artık kendi hikayeme yoğunlaşma değil, yeni bir hayat hikayesine eşlik etme, hatta onun başrollerinden birinde oynama zamanıydı. İnsan bu sorumluluğu ne kadar çok alırsa, o kadar derin bir dönüşüm geçiriyor. Kendi merkezinizden ne kadar çok çıkarsanız, başka bir insanı da o kadar alıyorsunuz düşüncelerinize ve kalbinize. Eh, bu ego eğitimi değilse nedir? Osho bu süreci çok güzel anlatıyor: "Anne gerçekten çok büyük bir öneme sahiptir, çünkü çocuk dokuz ay süresince annenin ikliminde yaşayacak, annenin zihnini özümseyecektir. O yüzden negatif olma. Bu fedakarlık çocuk için yapılmak zorundadır. Bu fedakarlık anne olmanın bir parçasıdır. Arada zor da gelse negatif olma, olumsuzluklardan uzak dur. Öfkeden, kıskançlıktan, kavgadan uzak dur. Bunların bedelini ödeyemezsin, çünkü yeni bir varlık yaratıyorsun"

Çok şükür ki hamileliğin doğasının muhteşem bir düzeni var. Salgıladığımız tüm hormonlar, yaşadığımız tüm değişimler bizi adım adım anneliğe hazırlıyor aslında. Yapmamız gereken tek şey, bedenimizin ve ruhumuzun bilgeliğine teslim olmak.


2 Mayıs 2013 Perşembe

Bir ego eğitimi olarak annelik - 1



Fotoğraf: Goncagül Sunar


“Amor Fati – Love Your Faith – Kaderini Sev” - Nietszche

Hamile olduğumu öğrendiğimde oğlum tam 16 haftalıktı. Bilmeyenler için söyleyeyim; 16 haftalık bir bebek artık elleri, ayakları ve yüzü tamamen oluşmuş minyatür bir insandır. 16 haftalık bir hamilelik, dünyanın hemen her ülkesinde geri dönüşü olmayan bir durum olarak kabul edilir. Ve 16 haftalık bir hamilelik, yaklaşık 40 hafta ömür biçilen toplam hamilelik süresinin neredeyse yarısıdır. Bilmem anlatabildim mi?

"Sanırım hamileyim" varsayımlarıyla gittiğim doktor muayenehanesindeki ultrason ekranından içimdeki minyatür insana bakarken, nadir görülen hamilelik vakaları istatistiklerine eklenmiştim bile. Tam 16 hafta boyunca hiçbir hamilelik belirtisi yaşamamıştım. Ne baş dönmesi, ne bulantı, ne halsizlik, ne de adetten kesilme... Aksine kendimi gayet enerjik ve canlı hissediyordum. Hiç kilo almadan aynı beden pantolonumla ortalıkta dolaşıyordum. Benim gibi 38 yaşında hamile kalan ve doktorları tarafından özellikle ilk üç ay kesinlikle yavaşlamaları tembihlenen hemcinslerimin aksine sürekli hareket halindeydim. Bir taraftan yoga dersi verirken, diğer taraftan freelance gazetecilik yapıyordum. Elimde laptop röportajdan röportaja koştururken, dergide geç saatlere kadar kalıp çalışıyordum. Yoga yapıyor, tenis oynuyor, yüzüyor ve motosiklete biniyordum. Bir keresinde düştüğümü, üstelik karnımın üzerine düştüğümü hatırladım sonradan.

Meğer bir ruh bu dünyaya gelmeyi arzuluyorsa, ne olursa olsun geliyormuş. “Çocuk sadece eğer yaşama arzusu varsa kendine hayat verir” diyor Fransız psikanalist Françoise Dolto. “Yaşam ve arzu tek ve aynı şeydir. Yani çocuk kendi hayatının merkezindedir. Gebelik üç isteğin bileşkesidir. Durumları ne olursa olsun bir kadının ve bir erkeğin isteği ve çocuğun doğma arzusu.” Dolto’ya göre benim gibi sürpriz hamilelik yaşayan anneler aslında bilinçaltlarından gelen bir arzuyla çocuklarını istiyor. “Aksi takdirde cenin ölür veya anne düşük yapar” diye açıklıyor bu durumu Dolto. 

Hamile olduğumu, üstelik tam 16 haftalık hamile olduğumu öğrendiğim günü neredeyse akşama kadar tuvaletin başında kusarak ve ağlayarak geçirdim. Büyük bir şok yaşıyordum. Eşim de benden farklı bir durumda değildi. Sanki evin içine bir bomba düşmüştü de ben bir yana o bir yana savrulmuş, ağır yaralı bir şekilde öylece duruyorduk. İkimizde maddi manevi kendimizi hazır hissetmiyorduk anne baba olmaya. Hiçbir hazırlığımız, öngörümüz, bilgimiz yoktu. Çocuk sahibi olmaktan çok uzak hissediyorduk.  

Sonraki günler hiç kolay geçmedi. Şok duygusu biraz azalınca, bu sefer devasa bir korku geldi oturdu kalbimize. Özellikle geceler pek kolay geçmiyordu ikimiz için de. Tam bir hafta yaşadıklarımızı sindirmeye çalıştık. Çok konuştuk, çok ağladık. Aklımız hala “Acaba başka bir yol var mı?” arayışı içindeydi. Bir haftanın sonunda bütün cesaretimizi toplayıp tekrar doktora gittik. Ve bir kez daha ultrason ekranının karşısına geçtik. Doktor tam karnımdaki bebeği bize göstereceği sırada mucizevi bir şey oldu. 16 haftalık o küçük insan bir anda kafasını çevirip ekrandan bize baktı. Hatta sanki hepimize tek tek baktı. "İşte o benim" der gibiydi, "günlerdir yatıp kalkıp düşündüğünüz, korktuğunuz, uğruna gözyaşı döktüğünüz, üzerinde saatlerce konuştuğunuz kişi benim".

Ve o bakış bana değdiğinde sanki bütün buzlar eridi. Geçmiş, gelecek, her şey ama her şey yok oldu. Sanki bana ilahi bir el dokundu, bağlarımı çözdü.  Sonunda kendimi bıraktım, teslim oldum, hayatın bana getirdiği bu büyük değişikliğe kucak açtım. Benliğim uçtu gitti. Korku, endişe, üzüntü, hepsi buharlaştı yok oldu. Ben o gün, o muayenehanedeki ultrason ekranının önünde yaşamın ve doğumun gizeminin içinden geçtim. 16 haftalık küçücük oğlum kalbimi bilinmeyene doğru korkusuzca açmamı sağlamıştı. O ana kadar kabus gibi görünen her şey bir hediyeye dönüştü. O gün, hayatı kontrol edemediğim düşüncesiyle sonsuza dek barıştım. Bu benim annelikten aldığım ilk büyük dersti.

17 Nisan 2013 Çarşamba

'Problemli çocuk' mu yoksa 'problem eden anne' mi?


Fotoğraf: Goncagül Sunar



"En iyi şartlarda bile çocuk, varolan bir gerçeklik olarak değil, geliştirilmesi gereken potansiyel olarak görülüyor" - Françoise Dolto

Çoğu anne çocuğunun yemek, uyku, tuvalet ya da davranış problemleri yaşadığından şikayet ediyor. Herhalde o kadar çok problemli çocuk var ki, tüm bu konularla ilgili çok sayıda kitap ve yayın var. Hepsi de belirli bir problemi 'çözmeyi', 'üstesinden gelmeyi' ve 'halletmeyi' vaadediyor. Yeni anne olduğum dönemlerde bu tür anneleri dinler, "Ah acaba ben neler yaşayacağım?" diye hayıflanırdım. Sonra zamanla anlamaya başladım ki, aslında ortada bu kadar çok problemli çocuk yok. Aksine, çocuğunu bir birey olarak kabul edemeyen, onun varoluşuna saygı gösteremeyen hatta bundan da öte onu mükemmel işlemesi gereken bir makine olarak gören anneler var.  

Fransız psikanalist Françoise Dolto bu bakış açısını çok güzel anlatıyor: "Çocuk işleyebilmesi için titizlikle bakılması gereken biyolojik bir makine olarak görülür. Korkuların kaynağı çocuğun zayıflığıdır. Beslenmesi, uyku saatleri, tuvalet seansları düzenli olan, böylece sürekli geliştirildiğine inanılan bu tüp çocuk, çıkarttığı seslerin makine gürültüsü olarak algılandığı işlevsel bir alettir. Çalışmayan bir şeyi nasıl onarmalı? Bu küçük harika şey, istidadı ve kaderi ebeveynlerini hoşnut etmek olan bir nesne, oyuncak bir bebektir."


Çocukların uykuyla ve beslenmeyle ilişkisi yetişkinlere benzemiyor, bu yüzden onları kendimize benzetmeye çalışmak hem çok bencilce, hem de onlara zarar veriyor. Buradaki anahtar, bize benzemeyen düzenleri ve rutinleri problemli gibi algılamamak ve çocuğun kendi temposuyla ilerlemesine izin vermek. Ayrıca problem çözmek adına çocuğumuza taktikler, stratejiler uygularken şu soruyu da kendimize sık sık sormamız gerekiyor: "Benim çocuğuma yaptığımı biri bana yapsa, ona karşı neler hissederdim?" Çocuklar, biz yetişkinlere benzemelerse de dinlenecek kadar uyumayı, kendilerini gün boyu enerjik tutacak kadar yemek yemeyi bilirler. Tuvalet yapmayı da eninde sonunda öğrenirler. Acele etmemek, sakin ve sabırlı olmak lazım.


Bir insana 'problemli' teşhisi koyulmasının ya da bazı davranışların 'problem' olarak görülmesinin de çok kolay olmaması gerektiğini düşünüyorum. Hele hele söz konusu bir çocuk olduğunda bu konuda çok daha dikkatli olunmalı. Çocukluğunu unutan biz yetişkinler için çocukların davranışları, sürekli müdahale gerektiren ve düzeltilmesi gereken yanlışlar olarak görülüyor. "Çocuktan hep sakınılır. Enerjisini dışa vurumu kötüdür, rahatsız edici ve zamansızdır. Çocuk yaramaz, bir tiran, bir kırıp dökendir, asla yeteri kadar uslu değildir" diyen Dolto şöyle devam ediyor: "En iyi şartlarda bile çocuk varolan bir gerçeklik olarak değil, geliştirilmesi gereken potansiyel olarak görülüyor."

Françoise Dolto'nun bu sözü beni o kadar derinden etkiledi ki, çocukluğumun üzerinden yıllar geçtikten sonra yoga yapmaya başladığımda "Yoga insanın kendini geliştirmesiyle değil, kendini kabul etmesiyle ilgilidir" sözünün özünü anladığımda nasıl hıçkırıklara boğulduğum aklıma geldi. Herkes gibi şartlanmalarla büyütülmüş birisi olarak, sürekli doğama müdahale edilmiş, hep daha iyiye, daha ileriye doğru gelişmeye şartlanmıştım. Ama bir türlü olmuyordu. Olmadıkça daha da kötü hissediyordum. Kendim olmak niye bu kadar kötü hissettiriyordu ki? Neyse ki sonunda yogayla tanıştım ve anladım ki hayattaki en derin mutluluk ve rahatlama, insanın kendini olduğu gibi kabul etmesinde yatıyor.

Bir insanın kendini tanıma ve olduğu gibi kabul etme özelliğinin oluşmasının, ta bebekliğine, uyku ve beslenme saatlerini ve miktarını kendi istediği gibi düzenleme özgürlüğüne sahip olup olamadığı sorusuna kadar geri gittiğini düşünüyorum. Bu yüzden 2 yaşındaki oğluma bakarken, onu her gün ve her an, yeniden ve yeniden olduğu gibi kabul etmeye çalışıyorum. Kendisini tehlikeye atmadığı, çok sağlıksız yiyeceklere bulaşmadığı ve çevresine aşırı rahatsızlık vermediği sürece doğasına dokunmamaya, kendi ritmine müdahale etmemeye, kendisiyle ve dünyayla ilişkisine karışmamaya çalışıyorum. Şartlanmalara ve müdahalelere alışmış bir insan olarak çok zorlansam da, bir anne olarak en önemli sorumluluklarımdan birinin bu olduğuna gönülden inanıyorum. 



2 Nisan 2013 Salı

Çocuğunuzun bedenini sabote etmeyin!

Fotoğraf: Goncagül Sunar 


Kalabalık çocuk parkları benim için hep bir stres kaynağı. Bunda çok hareketli, çok koşan, farklı şeyler denemeyi seven, gözü kara bir oğlum olmasının da payı büyük sanırım. Ama bu durumla baş etme çalışmalarımın kişisel hikayesi ayrı bir yazı konusu olsun. Ben bu kez diğer bir stres kaynağından, 2 yaş civarı çocukların motor becerilerini, bedenlerini, zihinlerini ve temelinde ruhlarını sabote eden aşırı müdahaleci yetişkinlerden bahsedeceğim.

Parklar, şehirde yaşayan çocuklar için çok değerli. Çocukların, araba tehlikesinden uzak, bedensel enerjilerini açık havada özgürce boşaltabildikleri, motor becerilerini geliştirdikleri ve yeni beceriler keşfetme şansı buldukları yegane alanlar. Ayrıca parklar çocuklara kısıtlı da olsa doğayla ilişki kurma imkanı veriyor. Peki, bu hisleri çoktan unutmuş, bedeniyle ilişkisini kaybetmiş, doğadan, topraktan, kumdan, taştan, çimenden elini ayağını çekmiş yetişkinler çocukları parka götürürse ne olur? 

Evden tertemiz kıyafetlerle çıkan çocuk, her yerde olduğu gibi parka gittiğinde de üzerindeki pantolonun, montun, ayakkabının ve en önemlisi ellerinin temizliğinden sorumlu olmayı öğrenmelidir. Parkta oynayan çocuk, ne yapıp edip ellerini ve üzerini kirletmemenin yolunu bulmalıdır. Dolayısıyla tozlu, topraklı, kumlu olan her şeyden uzak durmalı, bunların hiçbirini asla ellememelidir. Kum havuzları, parklardan derhal kaldırılmalıdır.

Çocuk asla düşmemelidir. Bir çocuğun düşmemesi için kendisine sürekli “yavaş ol”, “dur orayı elleme”, “sakın yapma”, “basamakları çıkarken önce bir ayağını, sonra diğerini koy”, "oradan tutma, buradan tut” gibi sonsuzca çeşitlendirilebilecek komutlar verilmelidir. Bu komutlar ne kadar sık tekrarlanırsa, çocuk o kadar az düşer, hatta hiç düşmez. Çocuğun aşırı komuttan sonra etrafa artık boş gözlerle bakar hale gelmesi dikkate alınmamalı komut vermeye devam edilmelidir. Yapmakta zorlandığı hareketlere anında müdahale edilmeli ve çocuğa hareket yetişkin tarafından yaptırılmalıdır. Eğer yetişkin tarafından yaptırılamıyorsa, o hareket kesinlikle yapılmamalıdır. Çocuğun hiçbir yeri yaralanmamalı, hatta teninde çizik bile olmamalıdır.

Çocuklar, izlerken bile insanı yoran bu tür aşırı müdahalelere maruz kalıyor. Güvenlik tabii ki önemli ama aşırı kısıtlayıcı ve müdahaleci olmak çocuğun bedeniyle ilişkisini adeta sabote ediyor. Sürekli uyarılan ve komut verilen çocuk, gereğinden fazla temkinli ve kendine güvensiz oluyor. Bu çocuklar zamanla kısacık mesafeleri yürümeyi bile sevmemeye, koşturup oynamak yerine elinde cep telefonuyla oyun oynayarak saatler geçirmeyi tercih eder hale gelmeye başlıyor. Dr.Sears'ın dediğine göre bir çocuk, keşif yoluyla motor becerilerini test ettiği sürece kendine güven duygusunu geliştiriyor. Yani bedensel gelişim aslında zihinsel ve ruhsal gelişimi besliyor.  Ve bir çocuk ne kadar çok hareket eder ve keşfederse, o kadar çok gelişiyor.

İnsanlar yoga yapmaya başlayınca, kimbilir belki de daha çok küçük yaşlarda kaybettikleri beden ve zihin ilişkisini tekrar hatırlama sürecine girer. Yoga hocası bu sürece müdahale eden değil rehberlik eden kişidir. Çünkü dikte edilen tek bir yol yoktur, herkes kendi yogasını yapar. Yoga hocası, saygıyla ve sabırla, bedenleriyle tekrar ilişki kurmaları için öğrencilerini teşvik eder. Bunun için özgür, keşiflere açık ve güvenli bir ortam yaratmaya çalışır.

2 yaş civarındaki çocukların da benzer bir şekilde kendilerini izleyen ve onlara rehberlik eden ebeveynlere ihtiyaç duyduklarını düşünüyorum. Onların kendi bedenleriyle verdikleri uğraşa saygı duyan, keşfetmeleri için alan yaratan, hata yapmalarına izin veren, motive eden, sabırlı, ne aşırı müdahaleci ne de onları tamamen yalnız bırakan...

Çocuğunun yanında olmak, ona müdahale etmemek ama zor durumlarda yardım isterse size kolayca ulaşacabileceğini bilmesini sağlamak bana çok önemli geliyor. Kirli ellerin ve kıyafetlerin yıkanabileceği, yaraların kısa zamanda iyileşebileceği gerçeğini unutmamak ise en önemlisi.

Not: İstanbul'daki az sayıda çocuk parkında yer alan kum havuzları gerçekten birer birer kaldırılıyor maalesef...