Fotoğraf: Goncagül Sunar |
Bugün çoluğa çocuğa karışmış 40'lı hatta 30'lu yaşlardaki
anne babalar, çocukken İstanbul'da nasıl büyüdüğünüzü hatırlıyor musunuz? Ben
hatırlıyorum. Mesela apartman arka bahçelerinin, okul bahçelerinin asfalt değil
de toprak olduğunu... Her mahallede en az bir tane koştur koştur doyamadığımız
koca arsalar olduğunu, bu yüzden hemen hepimizin bir kaç kez de olsa mutlaka
ağaca tırmanmayı denediğimizi... Karıncalarla ya da bilimum börtü böcekle yakından
ilişki kurduğumuzu, hatta üzerlerinde binbir çeşit deneyler yaptığımızı...
Okuldan sonra annelerimizin bizi evde yedirip sonra
sokağa saldığını... Dilimiz sarkana kadar dışarıda yakan toptur, saklambaçtır,
çeşit çeşit oyunlar oynadığımızı... Kızların gruplaşıp habire lastik
atladığını, sek sek oynadığını... Ne çok düştüğümüzü, kabuk kabuk yaralarımızın
kolumuzdan bacağımızdan hiç eksik olmadığını.. Höpürdeterek yediğimiz
şeftalilerin, domateslerin sularının her yerimize aktığını... Ellerimizin,
üstümüzün başımızın sokakta oynamaktan leş gibi olduğunu... Sokak
satıcılarından ne çok şey alıp yediğimizi...
Şehir içindeki bir
sürü plajdan, olmadı Büyükçekmece, Kumburgaz, Selimpaşa gibi yakıncacık yazlık yerlerden bol
bol denize girdiğimizi... Yazlık yerlerde, bütün okul tatili boyunca istisnasız
her gün sabahtan akşama kadar sahilde boş boş takıldığımızı... Sıkılınca yan
sahillerde ya da denizin içinde, hem maceralı hem riskli işler peşinde
koştuğumuzu... Ne çok deniz anasını, yosunu mıncıkladığımızı, midyeyi, taşı,
kayayı elleyip incelediğimizi... Dudaklarımız üşümekten mosmor olana kadar
denizden çıkmadığımızı... Yaz yağmurunda ya da gün batımında denize girmenin
zevkini bildiğimizi... Yazlık yerlerdeki tarlalardan yürüttüğümüz koca koca ayçekirdeği
çiçeklerine altın bulmuş gibi sevindiğimizi, kırarak aramızda paylaştığımızı...
Akşam eve yemek yemeğe gelip bir posta daha sahile koştuğumuzu... Yıldızları,
mehtabı ne çok seyrettiğimizi... Hiç ama hiç eve girmek istemediğimizi...
Tesadüfen keşfettiğim "Doğadaki Son Çocuk"
kitabını okurken İstanbul'da geçen çocukluğumla ilgili o kadar çok ayrıntı
hatırladım ki; İstanbul'daki çocukların şimdi nasıl içler acısı bir şekilde doğadan
uzak büyüdüğünü derinden hissettim. Her günü ve saati planlanan, aktivitesiz
bırakılamayan; gerek AVM'lerdeki gerek parklardaki yapay çocuk oyun
alanlarından başka hareket alanı olmayan, araba koltuğunda ordan oraya
taşındığı için zaten pek hareket edemeyen, anaokulu bahçesi (ki o da şansı
varsa) bile yapay çimden olan, ilkokul bahçesinde zaten iki damla toprağı bile
olmayan, parmak boyası ya da oyun hamurundan öte elini kirletemeyen ve en
acıklısı küçücük yaşta eline ipad'di akıllı telefondu tutuşturulan bir nesilden
bahsediyoruz. Böyle bir neslin gelecekteki ruhsal ve fiziksel sağlığından şüphe
etmemek mümkün mü?
İstanbul eski İstanbul değil evet, herkesin ağzında aynı
laf var zaten. Bu lafa sığınmadan düşünün bir gün bakalım. Çocuğunuzla sokağa
çıktığınızda daha "doğal" bir gün yaşayın mesela. Belki devamı gelir.
Üst baş leş gibi olmadan, toprağı
ellemeden eve dönmek yok ama.